Rüyalar, Fotoğrafların Sergi Salonudur


    Fotoğraflar hayatımızı dört bir yandan kuşatmış durumdalar. Bütün kitle iletişim araçları fotoğrafların ilgi çekici gücünü aynı anda fark etmişçesine fotoğrafları kullanarak ilgi dünyamıza sızmaya çalışıyor. Dergilerden gazetelere, web sitelerinden multi mesaj özellikli cep telefonlarına kadar her şey fotoğraflı bir dünya üzerinde yükseliyor. Mesela şu sıralar havasından geçilmeyen Facebook aleminin dünyada en çok ziyaret edilen 7. site konumuna yükselmiş olmasında bu fena halde fotografik duyarlılığının payı sizce nedir? 1813’te ışığa duyarlı bir levha üzerinde kalıcı görüntüler elde etmeyi başaran Joseph Nicepore Niepce 1827’de dünyanın bilinen ilk fotoğrafını çekmeyi başardı. Niepce’in “haliograph” (güneş çizimi) adını verdiği fotoğrafında bir kulübenin çatısı üzerindeki güvercin yuvasının bulanık görüntüsü yer alıyordu. İşte fotoğraf adındaki serüven o güvercinle başladı ve 200 yıldır soluksuz devam ediyor.

Tarihin En Eski Fotoğrafçısı

    Elbette Niepce’nin fotoğrafı insanlık için büyük bir adımdı, ancak daha sonraki araştırmalar Niepce’ten de önce (hem de yaklaşık 2 milyon yıl önce!) fotoğraf çekmeye başlayan birinin daha olduğunu göstermiştir. Niepce’in bu tarih öncesinden gelen rakibinin adı: İnsan beynidir.

    Evet beynimiz 2 milyon (ilk insanın yaklaşık yaratılış zamanı) yıl önce oturduğu köşeden çağlar ötesine nutuklar çekmeye -o zamandan bu zamana- hâlâ devam etmektedir. Ve demektedir ki; hayat aslında fotoğraflar üzerinde akar, sonradan kelimelere tercüme edilir. Hatta demekle de kalmayıp bunu bir yaşam tarzı haline getiren beynimiz bünyesindeki bütün anlamları adeta birer Picasso tablosu gibi soyut fotoğraflar haline getirir. Rüyalar da bunların sergi salonudur mesela. Yani beynimiz fotoğraflar üzerinde çalışır, onları kaydeder ve sadece diğerlerinin de bunu anlaması gerektiği zamanlarda bu fotoğrafları kelimelere tabeder. Ve bu tabedilme sırasında maalesef her zaman için anlam kayıpları yaşanır. Beynimizde fotoğraflara yapışık olarak akan anlamları anlatmak için kelimeler basit ve yetersiz elbiselerdir. İletişim çatışmalarımızın büyük çoğunluğu da bu tabedilme sırasındaki görüntü kayıplarından çıkmaz mı zaten?

    Sadece zihnin düşünme şekli de değil, bir “an”ı paketleyip hafızaya kaldırma sistemi de aynı şekilde bir fotoğraf enstitüsü gibi çalışır. Hadi hemen şimdi: Geçmişe ait bir anıyı hatırlamayı deneyin. Bakın bakalım anınız aklınıza kelime kelime mi geliyor, yoksa fotoğraflar gösteri korteji sırasına geçmiş rap rap yürümeye mi başlıyor?

    Ve gerçekten hafıza için de en ekonomik saklama yöntemi budur. Bir fotoğrafın anlattığı, kelimelerin anlattığından her zaman daha fazladır. Bir olayı kelimelerle sayfalar dolusu olarak anlatacakken, fotoğraf olarak kodlar ve arşivlerseniz adeta ziplemiş olursunuz. Sayfalar dolusu kayıt yeri işgal etmek yerine bir fotoğraflık yere sıkıştırabilirsiniz olanca bilgiyi ve duyguyu.

Duygu Mumyalama Yönetimi

    Görünen o ki zihnimiz için fotoğraflar belkemiği niteliğindedir. Ancak fotoğrafın fonksiyonu bu kadarla da bitmez. Fotoğraflar beynimiz kadar duygularımızın da en işe yarar figüranlarıdır. Hızla akan zaman içinde zamansızlık arzumuzun çığlığı gibidir fotoğraflar. İçinde aktığımız zaman üzerinde kayığımızı bir limana yanaştırdığımız kısa an’lardır fotoğraflar. Zamanın akışı, yitirilişler, hiçliğini fark etme öyle derinden yaralar ki ruhumuzun, zamana kafa tutma ritminde birer teselli çabası oluverir fotoğraflar. Bazen de; bir duyguyu o kadar severiz ki 5 dakika sonra gideceğini bildiğimiz için o haliyle paketleyip deepfreeze’e koyma arzumuzun tezahürü oluverir fotoğraflar. Ki seneler sonra bile dondurulmuş ama yüzündeki duygu ifadesini yitirmemiş fosiller gibi seyredip seyredip o “an”a ışınlanabilelim. Bir tür duygu mumyalama yöntemidir asırlara direnmeye çalışan, tutunulan...

An’ların Büyüteci

    Bir diğer yandan; görüntüler çok şey anlatıcıdır. İnsan yüzünde 44 tane kas vardır her biri ayrı bir ifadede bulunabilen. Ve bu kaslar 5000 ayrı ifade için kombinasyon oluşturabilir. Bu ifadelerin çizdiği görüntüsel kompozisyonların milyon tanesini gün içinde görürüz ama atlarız. % 99’unu atlarız. çünkü havada uçuşan radyo frekansları gibidir bu anlık görüntüler. Eğer elinizde bir frekans çözücü fotoğraf makineniz yoksa an’ları görmeniz neredeyse imkansız hale gelir. İşte bu anların iz sürümünü gözlerimiz yerine fotoğraf makinemiz yapar. Göremediğimizi gösterir, kaçırdığımızı tutar.

    Zaten çalışma sistemleri bile öyle değil midir fotoğraf makinelerinin? Yaptığı sadece bizim yaptığımızı yapmamaktır. An’ları birbirine karıştırmamaktır. Fotoğraf makinesi siz onun deklanşörüne bastığınız an, içinde yer alan filme sadece bir “an” için ışığın sızmasına izin verir ve kapanır. Sonraki an’ların filme dokunmasına izin vermez. Filmlerin yandığı zamanlar da zaten birkaç an’ın aynı anda filme sızmasından başkası değildir. Tıpkı bizim peşi sıra geldiği için hayatın akışı içinde yaktığımız görüntüler gibi, filme sızan fazla “an”lar, fotoğraf makinesinin bile aklını karıştırır, filmi yakar. Fotoğraf makinesi (zam)an’a yenik düşer, “an” kaybolur…

    Elbette fotoğraf çekme duygumuz her zaman bu kadar şiirsel değildir. Zaman zaman o bünyemizde saklı duran gizli ihtirası, benlik duygumuzu da sahnelemeye yarar. İçinde bulunduğumuz her fotoğraf karesi, kainata vermeye çalıştığımız “ben de varım, beni de görün!” varoluşsal çığlığının adeta ekmeğisuyu olur. Varlığımız elle tutulur bir görüntü karesi içinde öyle bir onay bulur ki bu sinsi keyif dakikalarımızı aynı kareye bakarak elimizden söküp alabilir.

    İşte bu ve benzeri pek çok nedenden dolayı her şeyden vazgeçsek de ama siyah-beyazından ama 6 mega pixellisinden fotoğraflardan vazgeçemeyiz. Tıpkı onların zamanı durduran işlevinin izdüşümü gibi zaman ötesi bir tutkuyla onlardan geçemeyiz. Ne dün, ne bugün, (kim bilir) ne de yarın.


Tüm Makaleler