Bu cümleyi kurmak bir hayal değil: Hem evliyim, hem mutluyum.
Girişi AB kadar sancılı, iç çatışmaları iktidarmuhalefet arası kadar toz-duman, yüzdürmesi Titanic kadar zor, geri dönüşü güneşi geriye sarmak kadar hayal olabildiği gibi; tek başına huzur ve mutluluğun anahtarı olup kişiye adeta yeniden doğduğunu hissettirebilen hayatın ikinci perdesine dair ilginç şifre. Başka türlü hiçbir şeye benzemeyen, çevrilemeyen, sadece kendine benzeyen bir tür yaşam şekli: Evlilik.
Evliliğin bu “benzemez kimse sana” şarkısı o kadar kendine hastır ki, kişi daha önce gördüğü hiçbir şeyle onun arasında bağ kuramaz. Bu yüzden onunla karşı karşıya kaldığı zaman kimi ateş görmüş tavşan gibi ne yapacağını şaşırır, kimi kendini bir tür modern pranga içinde hissedip anahtar arayışına girer, kimi anlama-adapte olma çabaları içinde kitaptan kitaba psikologdan psikoloğa döner durur.
Giriş eşiği zaman zaman gerginlik taşıyan bu süreci kolaylaştırmanın yollarından bahsediyorduk geçen hafta. Yüksek beklentiler, mahremiyet anlayışının zedelenmesi, geçmiş deneyimlerin gelecektekilerin kimyasını bozması gibi evlilik öncesi süreci zorlaştıran etkenlerden bahsetmiştik. Bu maddelere kaldığımız yerden devam edelim ve evlilik dağına çıkmak için patika bir yol çizmeye çalışalım.
İnsanları Değiştirebileceğini Sanmak
Bu duygu daha ergenlik yıllarımızdan itibaren damarlarımıza karışan narkoz gibidir. Diğerlerini anlama kabiliyetimizi bulanıklaştıran, duygularımızı uyum sağlama yerine sadece değiştirme hedefine kilitleyen, hayat oyununda direksiyonun başında tek başına oturduğumuzu sanma duygusu. Daha sonra üniversite yıllarında bu filiz daha da bir boy atar, değil sadece insanları bütün dünyayı değiştirebileceğimizi sanırız. Damarlarımızdaki kan o kadar kudretli akar ki kendi sınırlarını zorlar ve bir noktadan sonra diğerlerine sıçrar. Olayları, insanları kendi istediği doğrultuda çizebilen, rengini değiştirebilen birer minik Picasso sanırız kendimizi.
Ancak geçen senelerin değiştiremediklerimizi bir bir geçmişimize sermesi, biz de hafif hüzünlü bir mağlubiyet havasını doğurur. Anlarız ki aslında insanlar aynı insanlar, olaylar aynı olaylar, biz sadece kendi rolümüz içindeki ufak tefek bazı detayları şekillendiriyoruz. Senaryoyu değil yazmak, okuma şansına bile sahip olmuyoruz. Geçmişiniz üzerinde kısa bir düşünce turu atın, göreceksiniz ki bu satırlarla benzer sonuçlara varacaksınız. Düşünün anne-babanızı seçemediniz, peki çizebildiniz mi? Sizin istediğiniz doğrultuda değişikliklere uğramalarını sağlayabildiniz mi? Yoksa “nesil çatışması” etiketini yapıştırıp geçtiniz mi? Ya da arkadaşlarınıza bakın, onları seçip kendinize mi uydurdunuz, yoksa kendinize zaten uyanlara bir anda kendinizi yakın mı buldunuz?
İşte insanın bu değiştirebileceklerinin sayısının azlığını fark etmesi, özellikle de değiştirmesi en zor olanın içinde ruh taşıyanlar, kendine özel bir geçmiş yaşantısı olanlar, yani “insanlar” olduğunu fark etmesi hayatın birinci perdesi ile ikinci perdesi arasındaki en önemli farktır. Bunu fark ettiğiniz an bir bakarsınız temponuz azalmış, daha fazla içe yönelmiş ve insanları bu sefer gerçekten keşfetmeye, onların kendi farklılıkları sayesinde rengarenk olan manzaralarıyla büyülenmeye başlamışsınız. İşte bu an; küllerinizden daha bir güçlü, daha bir tok, daha az beklentiyle ama daha da mutlu olarak doğmaya başladığınız andır.
Bu alevlenip küllenme eşiğini aştıktan sonra evlenmeniz, en ciddi kabullenmeyi sağlamanız gereken eşinizle ilişkileriniz adına en önemli basamaklardan biri olacaktır. Evlilikte en önde giden duygunun birbirini olduğu gibi kabullenme olduğunu, bunu başta kabullenenlerin daha huzurlu bir evlilik geçirdiğini söylemek herhalde çok şaşırtıcı olmayacaktır. Diğerlerini ve eşini olduğu gibi kabullenme huzur melodisinin nakarat kısmı gibidir. Buna karşın; insanları değiştirebilirim yanılsaması bünyesinde gizli bir ben merkezcilik taşır. Dünyanın dönüş ritmine ayak uydurmak yerine, onu kendine uydurmayı denemek bir tür “ben şarkısı” ritmidir.
Ben ve Sen Olmadan “Biz” Olmaya Çalışmak
Evlilik içinde artçı depremlerin bir diğer nedeni de şu meşhur “biz olma” kavramından çiftlerin ne anladığıyla ilgidir. Evlilik yeni bir yaşam modelidir, doğru. Bir “biz” profilidir iki hayatın birbirine yakın durduğu, doğru. Ancak şunun altını çizmek gerekir, bu “biz” için bile “ben” ve “sen” lazımdır. Birbirinin içine karışmış birbirinin içinde yok olmuş bir evlilik modeli hayal etmek sadece 1,5 saatlik bir sinema filmi için bile olsa senaristlerin dahi yazamadığı bir tür sürrealizm içerir.
Eşinizin ayrı tercihleri, sevdikleri, bildikleri, ayrıldığınız noktalar olduğunu, hayatınızın “biz” adı altında kesişim noktaları olduğu gibi her karakterin kendince yaşadığı, kendine ait psikolojik bir alan olması gerektiğini inkar etmemek gerekir. “O benim eşim, benim dışımda bir hayatı olabilir mi?” itirazı aslında ihtirasvari bir kontrol altına alma, hükmetme kodlarını bilinçaltında taşıyordur ki, ya yanlış gelenek anlayışı ya da kişinin kendine yönelik özgüven eksikliğidir bunu doğuran.
İki ayrı insan, iki ayrı kültür, iki ayrı duygu, iyi ayrı yaşam ve bunların kesiştiği bir “biz” alanı olarak evliliği tanımlamak, bütün yaşam alanlarını, zamanlarını biz altına zorla sıkıştırmaya çalışmaktan daha huzur verici bir duygu olacaktır. Kendinizi biz’in içine atıp tamamen yok ederseniz eşinize size dair seveceği bir şey bırakmamış olursunuz. Sizin bir biz’in içinde, bir de dışında parçalarınız olmalı ki evliliğiniz olduğu yere mıhlanıp kalmasın,
keşfetsin, büyüsün, gelişsin…